338 entry daha
  • uzun yıllar boyunca materyalist fikirlerin ontolojik çerçevede müdafaa edilmesi siyasi camiada özellikle feuerbach ve hegel'in düşüncelerinden etkilenmiş marx'ın ortaya koymuş olduğu "diyalektik materyalizm" doktrininden ötürü sola mal edilen bir pratik olmuştur. aslına bakılırsa materyalizmle barışık olan kolektivistler için özgür irade nosyonunu reddetmek oldukça işlevseldir: zira bu durumda "rızanın imalatı" gibi kavramlar rahatlıkla devreye sokulabilecek ve bireysel eylemlerin sorumluluğu öncelikli olarak bireye değil sisteme yüklenecektir. haliyle kolektivist, özgür irade mefhumunu reddettiği an bu ona siyasi düzlemde bireyi ikinci plana atma fırsatını da verecektir.

    iktisadi sağa yakın olan isimlerin ise bunun tam aksine politik bağlamda özgür iradeye ve bireysel sorumluluğa atıf yapması alışılmış bir durumdur. buradaki felsefi paradoks ise her iki yaklaşımın da ontolojik bir duruştan çok ereksel olmasından kaynaklanmaktadır. ontolojik mânâda determinizm, insan eylemleri de dahil olmak üzere tüm olayların, reel anlamda bir özgür iradeye yer bırakmadan önceki nedenler tarafından belirlendiğini öne sürer. bilakis, siyasi özgürlükçülük bireysel özerkliği savunur ve ahlaki ve siyasi karar almada özgür iradenin önemini vurgular.

    peki görünüşte çatışan bu fikirler herhangi bir şekilde uzlaştırılabilir mi?

    tarih boyunca filozoflar, ahlaki sorumluluk ve faillik gibi kavramlar için determinizmin ortaya çıkaracağı sonuçlar ile boğuşmuşlardır. 17. yüzyıl hollandalı filozofu baruch spinoza, ufuk açıcı eseri "ethica"da kapsamlı determinist, materyalist bir dünya görüşünü savunmuştur. spinoza'ya göre, tüm doğal olaylar gibi insan davranışı da doğa yasalarına tabidir ve bu da özgür irade fikrini yanıltıcı hale getirir. insanlar kendi eylemlerinin reel sebeplerini bilmediklerinden ötürü hür karar vermiyor olsalar bile illüzyona kapılıp kendilerini hürmüş gibi hissederler.

    benzer şekilde, 18. yüzyıl filozofu pierre-simon laplace, nedensel determinizm kavramını "olasılık hakkında felsefi denemeler" adlı çalışmasında dile getirmiştir. laplace, evrendeki tüm parçacıkların kesin konumlarını ve hızlarını bilme yeteneğine sahip, genellikle laplace'ın şeytanı olarak anılan hipotetik bir varlığı tasavvur eder. bu bilgiyle iblis, evrenin gelecekteki durumunu mutlak bir kesinlikle tahmin edebilir; şansa veya özgür iradeye yer kalmaz.

    felsefi akıl yürütmelerin de ötesine geçersek, nörobilimsel araştırmalar da insan davranışının deterministik açıklamalarına bir takım ampirik destek sağlamıştır. beyin fonksiyonu ve karar verme süreçleri üzerine yapılan araştırmalar, görünüşte özerk eylemlerin altında yatan sinir mekanizmalarını ortaya çıkarmıştır; bu da seçimlerimizin genetik, çevresel ve nörolojik faktörlerin karmaşık etkileşiminden etkilendiğini öne sürer. bu konunun ele alındığı eserlere david eagleman'in ıncognito'su veya antonio damasio'nun descartes'ın yanılgısı örnek verilebilir.

    suç tandansının bile bazı nörobilimsel etiyolojileri olduğuna şüphe yoktur. bunu en net ortaya koyabilen vakalar erken yaşlarda birbirinden ayrılan ikizlerdir. suç tandansında genetiğin reel payının ne kadar olduğu, aynı genlere sahip olup farklı çevrelerde yetişmiş çocuklarda kendini gösterir. mesela günümüzde dopamin, serotonin, epinefrin / norepinefrin sistemlerinin monoamin oksidaz-a fonksiyonunun tesiri altında kaldığını ve saldırganlarda monoamin oksidaz-a'nın düşük aktiviteli alellerinin gözlemlendiğini biliyoruz.

    tüm bu mekanizmaların araştırılması evrenin ve kendi varlığımızın işleyişini çözümlemek için önem arz etse de, toplumsal yaşamda "bireysel sorumluluk yoktur." postülası ile yola çıkılarak sürdürülebilir bir siyasi mekanizma elbette inşa edilemez.

    bugün tüm insanlık özgür irade nosyonunu reddetse bile, bu durum geleneksel dini inançlara darbe vurmak veya insan beynine dair bilimsel çalışmaların ivme kazanması gibi şeyler dışında pek fazla şeyi değiştirmeyecek, adliyelerde ve cezaevlerinde suçlular "suçlu" olarak tanımlanmaya devam edecektir.

    tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, burada unutulmaması gereken kilit nokta, siyasi ve hukuki arenanın nasıl dizayn edildiğinin de bireylerin karar alım sürecindeki nedensellik zincirinde önemli bir çark olması ve bireysel karar almaya giden süreçteki zincirden azade olmaması gibi görünmektedir. işte bu yüzden: özgür iradenin metafizik düzlemdeki reddiyesi bireysel sorumluluğa dayanan bir siyasi sistemin inşasını mantık dışı kılmamaktadır: zira bireysel sorumluluk anlayışına dayanan sistemler nihayetinde insanları içlerindeki en optimal potansiyeli dışa vurmaya teşvik edecektir.

    aristoteles'in eudaimonia kavramından kant'ın özerklik kavramına kadar filozoflar, potansiyellerini gerçekleştirmek ve anlamlı yaşamlar sürdürmek için çabalayan bireylerin içsel değerini uzun zamandır kabul etmişlerdir. bireysel sorumluluğu ön planda tutan bir siyasal sistem, bireylerin hedeflerine ulaşabilmeleri, yeteneklerini geliştirebilmeleri ve kamu yararına katkıda bulunabilmeleri için gerekli koşulları sağlayacaktır.

    adam smith de ulusların zenginliği adlı eserinde tam olarak bunu ifade eder:

    “her birey, sahip olduğu sermayeyi en yüksek üretim sağlayacağı sanayiye yönlendirir, bunun bir sonucu olarak emek toplumun gelirinden alabileceği en yüksek payı alır. birey , bunu yaparken , ne toplumun çıkarını artırmayı amaçlar, ne de bunu ne ölçüde yaptığını bilir. birey, sadece kendi özel çıkarını gözetir ve bu amacını gerçekleştirirken görünmez bir el onun hiç düşünmediği başka amaçlara da hizmet etmesini sağlar. birey kendi çıkarını gözeterek toplumun çıkarına hizmet etmiş olur ve bireyin bu hizmeti eğer topluma hizmet etmeyi amaçlamış olsaydı yapacağı hizmetten ve katkıdan daha fazla olur.”

    gerçekte de adam smith'in söylediği gibi, kapitalizmdeki bireysel sorumluluk vurgusunun bu konuda oldukça başarılı olduğunu söylemekte beis yoktur. birleşmiş milletler ve dünya bankası gibi saygın kuruluşların verileri insan yaşamının pek çok yönünde iyi bir yol katedildiğini ampirik olarak ortaya koyuyor. dünya bankası verileri aşırı yoksulluk içinde yaşayan dünya nüfusunun yüzdesinin önemli ölçüde azaldığını, unıcef verileri bebek ve çocuk mortalitesinin giderek düştüğünü gösteriyor.

    nihayetinde ironiktir ki insanlık, toplumsal refahı en çok yükselten sistemlerin toplumsallık iddiasında en az bulunan, toplumu değil bireysel sorumluluğu esas alan sistemlerin olduğuna tanık olmuştur. bu açıdan bakıldığında, metafizik düzeyde özgür iradenin reddedilmesi, bireysel sorumluluğa dayalı bir siyasi sistem inşa etmenin mantığını zayıflatmamakta, bilakis, sorumluluğun daha geniş bir felsefi çerçeve içerisinde yeniden yorumlanmasının öneminin altını çizmektedir.
hesabın var mı? giriş yap